23 Ocak 2010 Cumartesi

Bizi bölen casus!

Azınlık, etnik kimlik meselelerini kim, neden karıştırıyor? Tartışmaların fitilini hangi casus ateşledi?

05.06.2009/ aksam.com.tr


Malum tarihi ve stratejik önemiyle, dikkat çekici dış politikasıyla bölgesinin etkili bir gücüne dönüşen memleket, sanki bu tarihi zenginliğinin, yükselen gücünün bedelini yüzlerce yıllık ‘harcının’ ayrıştırılmasıyla ödüyor. Mazinin tertemiz ve dahası geleceğin güzel günleri, dış mihrakların ve onların içerideki sözcülerinin bitmek bilmeyen kimlik, azınlık ve tarih tartışmalarıyla karartılıyor.


Pek de malum olmayansa, bu cehennemlik tartışmaların fitilinin yaklaşık yüz yıl önce ateşlenmiş olması. Sıkı durun, hem de bir casus tarafından!


Birinci Dünya Savaşı yıllarında yurtdışındaki sürgünler arasında başlayan etnik kimlik tartışmaları, emperyalist işgalin yaşandığı anavatanda pek muhatap bulamaz. Ne zaman ki işgal sona erer, herkes kendisiyle baş başa kalır, yabancı bir ülkenin casusu olduğu sonradan anlaşılacak bir fikir erbabının sözleri ülkede bu alandaki ilk krizi patlatır. Casusun hayli ‘uçuk’ sayılabilecek teorisi şöyle özetlenebilir: Ülke Rusların ve İngilizlerin sömürgesidir; devlet deneyimi aslında vatan satıcılığından ibarettir; dilsel ve etnik karışıklıklar yaşanmaktadır, dolayısıyla dağılma sürecine girilmiştir. Ona göre yapılması gereken bu dağılma aşamasını hızlandırmaktır. Örneğin ordu için, “zahirde mevcut, ama batında savaşma ruhundan ve cesaretten yoksun kırk bin kişilik bir kalabalık” tarifini yakıştırır. Kabinedeki bir bakanın İngilizler tarafından göreve getirildiğini öne sürer. Memleketin kültürel birikimini azınlıklara borçlu olduğunun propagandasını yayar… Tahmin edersiniz ki krizin çıkması gecikmeyecektir. Fakat iddiaların alevi erken sönecek, konu uzunca bir süre hatırlanmamak üzere kapanacaktır.


Peki, kimdir o aynı zamanda politikacı da olan casus? Cevabın öncesinde yazının başından beri bahsi geçen memleketi açıklayalım; İran. Casusun adıysa Ruşeni Bey, Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir subayı.


Kendimizi her zaman belli ölçüde bir gizem barındıran bu tür hikâyelerin çekiciliğine kaptırmak zor olmasa da, söylemek gerekir ki; kimilerince ‘hain işbirlikçi’ ya da ajan ilan edilmek için illa casus olmak gerekmiyor. Bizde olduğu gibi İran’da da… Örneğin etnik kimliklere, azınlıklara değinmek, farklı kültürel geleneklerin önemini vurgulamak genellikle yeterli oluyor. Otomatik savunma mekanizması anında işlemeye başlıyor; ‘Amerika’nın, İsrail’in adamı’, ‘Avrupa’nın, Batı’nın ajanı’… Ve ne tesadüf İran’da da, son 10 yılda akademide başlayan ama sınırlarını genişleten popüler tartışmaların hayli önemli bir kısmını, yine kimlik ve azınlık meseleleri oluşturuyor.


Casusluktan mı, ‘moda’dan mı?

Özel bir merakınız varsa, editörlüğünü Tahran Üniversitesi’nden Prof. Hamid Ahmedi’nin üstlendiği, Türkçeye önceki aylarda çevrilen “İran/ Ulusal Kimlik İnşası” kitabına bakabilirsiniz. Kendinizi Türkiye’deki tartışmaların içinde hissedeceksiniz. Belki de otomatik savunma mekanizmasını sorgulayacak, bütün bu işlerin casusların, hainlerin komplolarından değil de, örneğin uluslararası bir akademik ‘moda’dan kaynaklanabileceğinden şüpheleneceksiniz. Bizim, yapmadığı ajanlık ve vatan hainliği kalmamış tarihçilerimizden Halil Berktay’a göre doğru ipucu peşindesiniz. Zira 1990’lardan itibaren dünyanın genelindeki akademilerde yayılmaya başlayan yeni bir tarihçilik anlayışının; geçmişe farklı gözlerle, eleştirel bakışın Türkiye’de de karşılığını bulduğunu söylüyor Berktay. Ve yine dünyanın genelinde olduğu gibi Türkiye’de de akademiyle sınırlı kalmadığını…


Şüphenizi haklı çıkaracak şöyle bir açıklama yapılabilir: 1980’lerde tarihin yeniden ele alınmasını sağlayan iki koşul gerçekleşmişti. Birincisi yeni tarihçilerden önceki kuşağın dünyaya bakış açısını resmi ideoloji şekillendirmişti. 80’lerden itibaren yetişen yeni akademik kuşak artık sorunların ‘halledildiği’ bir ortamda, resmi ideolojinin yükünden kurtulmuş bir biçimde tarihi inceleme fırsatı bulmuştu. O zamana kadar ihmal edilmiş ‘diğerleri’, hiç olmadığı kadar çekici bulunuyordu. Fakat bu yeni tarihçiliğin toplumda tartışma yaratması ve popülerlik kazanması sadece akademik gerekçelerle, merakla açıklanamaz. İkinci koşul, ülkenin dış dünyayla ilişkisinin gelişmesi ve iç dinamiklerin sakin bir iklim yaratmasıyla gerçekleşebildi.


Burada, ‘yeni tarihçilik’ kavramının yaratıcısının İsrailli akademisyen Benny Morris olduğunu ve internetten kolaylıkla ulaşabileceğiniz yukarıdaki açıklamanın, bütün zamanını bizi bölmek için harcayan İsrail’i konu ettiğini küçük bir not olarak belirtelim.


http://www.aksam.com.tr/2009/06/08/haber/yasam/1093/bizi_bolen_casus.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder