23 Ocak 2010 Cumartesi

Açılımı dürbünle izlemek

‘Kürt açılımı’ndaki çelişki kime ait? Sezen Aksu’ya mı, dürbünle izleyenlere mi, AKP’ye mi?


24.08. 2009/ aksam.com.tr


Önceki haftalarda çokça patırtı koparan bir olay vardı. Belki siz de rastlamışsınızdır. İki genç, İstanbul’un eğlence dünyasını konu edinen bir afiş hazırlamıştı. ‘Meet The Roots of Fun’ (Eğlencenin kökleriyle tanışın) başlıklı afişte zenne, iç oğlanı, dansöz, kendisine bira sunulan rütbeli kişi, güreşçiler gibi daha önceden çizilmiş bazı minyatür figürler bir araya toplanmıştı. Üzerine de İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti logosu kondurulmuştu. Afiş köşe yazarlarından internet forumlarına kadar pek çok mecrada gündeme geldi ve hemen herkes böyle bir afişin İstanbul’u temsil etmesini saçma bulup, art niyetli bir zihniyetin ürünü olarak değerlendirdi. Epey bir kişi oryantalist afişin Cumhuriyet değerlerine saldırı, Osmanlı’ya özlem ifade ettiğini söylerken, figürlerin çağrıştırdığı cinsellikten rahatsız olan bazı kişilerse İstanbul’un bu şekilde anlatılmasına kızmışlardı. Öyle ki, her kafadan bir ses çıkınca hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi, hem de İstanbul 2010 Ajansı afişle herhangi bir ilgilerinin bulunmadığını açıklamak zorunda kaldılar.


Aslında iki genç, prestijli uluslararası tasarım yarışması Cannes Lions’a Türkiye adına katılacakların belirleneceği seçmeler için hazırlamıştı bu afişi. Yani ön elemeler için. Afiş herhangi bir yerde İstanbul’u temsil etmeyecekti. Tasarımcılardan Metin Akın, “çok hakaretler yedik, acayip bir durum, kimse olayın ne olduğunu bilmeden, sormaya, araştırmaya bile gerek duymadan konuştu” diyor. Fakat bu “acayip” tepkiler hakkındaki teşhislerinden de eminler; “herkes bunu resmi bir çalışma zannedip hükümete saldırmak için kullandı, yoksa bizim sıradan bir çalışmamız olduğu bilinseydi kimse konuşmaya bile gerek görmezdi.”


Çelişki AKP’ye mi, Sezen Aksu’ya mı, dürbünle izleyene mi ait?

‘Kürt açılımı’ konusunda bazı aydın ve sanatçılar, Sezen Aksu’nun açılımı destekleyen tavrını yakışıksız bulup, ‘içeriğini bilmediğimiz şeyi nasıl konuşup destekleyebiliriz ki’ türünden sözlerle savunmaya geçince aklıma yukarıdaki olay geldi. Bu zamana kadar demokrasi, hukuk, Kürt meselesi gibi ‘yakıcı’ konulara dalmaktan kaçınmamış aydın ve sanatçılar ne oluyor da bu kez meseleye uzaktan dürbünle bakmayı, yanına bile yaklaşmamayı tercih ediyorlar? Elbette mesele bahsi geçtiği gibi ‘ortaya çıkmamış içerik’ meselesi değil. O işin bahanesi. Yoksa uzun yıllarca tabu seviyesinde kalmış, dokunulamaz bir konuya ilk kez bu kadar ciddi biçimde dokunulduğunu göremiyorlar mı? Bunca zaman ona dokunmak için uğraşmışken, şimdi söz söyleme, tartışma ve rahatça dokunma fırsatı bulmuşken, neden dürbünle gözetleme tercih ediliyor? Gençlerin ‘masum’ afişi hakkında konunun içeriğini bilmeden üzerine atlamanın, konuşmaktaki aceleciliğin nedeniyle, Kürt açılımına mesafeli duruşu ve tutukluğu ‘içeriği bilmemekle’ açıklamanın nedeni aslında aynı; AKP endişesi. Bu durumun bir çelişkiye işaret ettiğini fark etmek zor değil; bir yandan Kürt meselesi çözüme kavuşsun istiyorsun, diğer yandan buna ‘İslamcı’ AKP el attığı için bir kenarından tutmaktan vazgeçiyorsun.


Lise sıralarında tanıştığım devrimci solcular arasında, Lenin’in örneğinden hikâyeleştirilmiş popüler bir anekdot anlatılırdı; Bir gün bir papaz Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne (yüz yıl öncesinin komünist partisi) üye olursa bu o partinin mi yoksa papazın mı çelişkisidir? Bütünlüklü bir dünya görüşü olan, büyük bir ‘projeye’ sahip, bunun için gerekli gücü kendinde hisseden Lenin ve bu anekdotu anlatan solcular açısından eğer bir çelişki varsa elbette papaza aitti. Eğer papaz üşenmeyip, yadırgamayıp partiye katılmaya gelmişse elbette kendi bileceği işti, hoş gelmiş sefalar getirmişti…


Bugün Kürt açılımına ‘AKP endişesi’ nedeniyle mesafeli duran aydınların, siyasilerin ve toplumun önemli bir kesiminin meseleye, “AKP demokratikleşmeye karar vermişse bize eyvallah demek, desteklemek düşer, çelişki varsa bizim değil AKP’nindir” şeklinde bir yaklaşımla bakmasını bekleyemiyoruz. Çünkü söz konusu ‘laik kesim’in ve onu temsilen CHP’nin ortada büyük bir projesi yok ve böyle bir proje için gerekli gücü kendinde hissetmiyor. Laiklikle birlikte hukuku, demokrasiyi kapsayan bütünlüklü bir bakış yerine siyasetinin merkezine AKP karşıtlığını yerleştirmiş durumda. Bu siyaset biçimiyse çelişkiyi çözmeye değil derinleştirmeye hizmet ediyor.


Kimin eli kimin cebinde…

Öte yandan içinde bulunduğumuz, bütünlüklü yaklaşımı zorlaştıran, ezberleri bozan karışıklığın hakkını da teslim etmeliyiz. Bugüne kadar devletimizin üç büyük düşmanı olduğu fikriyle büyüdük; ‘komünistler’, ‘şeriatçılar’ ve ‘bölücüler’. Devletin bu üç büyük problemi çözmesi için büyük bedeller ödendi. 12 Eylül’le birlikte ‘komünistler’ bertaraf edilince 1990’larda diğer iki problem öne çıktı. Fakat çözülemediler. Geçen hafta dünya tersine döndü ve ‘bölücülük’ problemini çözmeye ‘şeriatçılar’ aday oldu. O yüzden bir haftadır ‘kimin eli kimin cebinde’ şeklinde yaşıyoruz.


Denklem artık farklı kurulunca takdir edersiniz ki düşmanlık üzerine kurulmuş ezbere çözüm yolu da işlemiyor. Geçen haftanın en çok konuşulan isimlerinin başında Tarhan Erdem’in gelmesi tesadüf değil. Kendisiyle yapılan röportajın yankı uyandırmasının nedeni yeni denklemi farklı bir bakış açısıyla değerlendirmesi; demokrasiyi, adaleti ve laikliği içeren bütünlüklü bir bakış açısına sahip oluşu ve yaşadığımız devrin küçük değil, büyük projenin devri olduğunu belli etmesiydi.


http://www.aksam.com.tr/2009/08/24/haber/yasam/2018/acilimi__durbunle_izlemek__.html


Başbakan Erdoğan’ın papatya falı

Başbakan Erdoğan’ın değişip değişmediğiyle ilgili tartışmada, papatya falının bir hükmü olabilir mi?


16.08.2009/ aksam.com.tr


Değişti, değişmedi, değişti, değişmedi, değişti… Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘gelenekçi’ dava arkadaşlarından ayrılıp AKP’yi kurmasının yıldönümü vesilesiyle, onun değişip değişmediğine papatya falıyla bakıyorum. Yani bana kalırsa böyle bir yöntem, onun değişip değişmediğine karar verirken eski defterleri açmaktan, niyet okumalara kadar diğer yöntemleri kullanmaktan daha az anlamlı ya da değersiz değil. Aslına bakarsanız Erdoğan’ın bu falından ne çıktığının da pek bir önemi yok. Fazla meraklanmayın…


Bundan sekiz yıl önce sıcak bir Ağustos gününde AKP’yi kurmuştu Erdoğan. O günlerde hakkında en çok konuşulan, “biz gömleğimizi değiştirdik” sözüydü. Elbette sıcak havaları kastetmiyordu. Her fırsatta medyayı ve halkı, artık o ‘ürkütücü’ Milli Görüş çizisinden uzaklaştığına, devletle barıştığına ikna etmeye çalışıyordu.


Takdir edersiniz ki değişim herkesin olduğu gibi onun da hakkı. Hatta kısa süre sonra sahip olduğu iktidarın imkânları ve gerekleri düşünüldüğünde değişim kaçınılmaz olabiliyor; miktarı, ölçüsü tam olarak hesaplanamasa da… Şimdi biliyorsunuz, Erdoğan Dolmabahçe’deki paha biçilmez ofisinde çalışıyor, en lüks otellerde tatilini geçiriyor, gazetecilerle uçakta konuşuyor, televizyon karşısındaki halkına AKP’nin görkemli, lüks merkezinden hitap ediyor, ailesi ticari hayatta atılımlar gösteriyor, çocukları Amerikalarda okuyor… Mahalleden, halkın içinden, ‘aşağıdan’ yükseklere çıkmış biri olarak kendisinden önceki siyaset büyükleriyle karşılaştırıldığında hiç de onlardan mütevazı bir hayat yaşamadığını söyleyebiliriz. Oysa 1996’da İstanbul belediye başkanıyken gazeteci Gülden Aydın’a şöyle konuşmuş; “Göreve geldiğimizden bu yana aynı evde oturuyorum. Belediyenin Florya’daki, Bebek’teki başkanlık köşklerine taşınmadım. Kişiliğin üzerinde meydana getirebileceği farklılıklar olabilir diye.”


O yıllarda Erdoğan için değişim kavramı olsa olsa ‘ülkenin değişeceği, değişmesi gerektiği’ anlamında kullanılabilirdi. Örneğin 1993’te Refah Partisi ‘Büyük Değişim’ sloganıyla seçimlere hazırlanırken Erdoğan bu sloganı şöyle tarif ediyordu; “Bizim değişim anlayışımız şekil ve kalıba yönelik değil, ülkemizdeki düzene yönelik bir değişimdir.” Aynı günlerde İstanbul’un fethinin kutlamaları için Milli Gençlik Vakfı’nın organizasyonuna katılıp tribünlere seslenmişti; “Şimdi surların önündeyiz. İnşallah İstanbul’un yeniden keşfi nasip olur. Biz bu değişimi gerçekleştireceğiz.”


Değişim, yeniden değişim ve bir daha değişim…

Durum böyleyken ‘yenilikçilik’ denilen değişim havaları da nereden çıktı peki? İktidarın, yükselmenin, buna ulaşabilmek için merkeze yaklaşmanın dışında, belki bunlardan daha etkili bir neden vardı; 28 Şubat. 90’lı yılların ortalarıyla birlikte uluslararası düzeyde, Afganistan’da, Mısır’da, Cezayir’de, Pakistan’da, İran’da İslamcı politik akımların gerilemesi başlamıştı. Gerilemenin dalgası Türkiye’ye de varmıştı ki, 28 Şubat 1997’de ‘İslamcıların’ önünde siyaset adına fazla seçenek bırakmayan, hareket alanını kaldıran askeri müdahale geldi. Dalgalı denizde belki kendiliğinden güvenli kıyılarına çekilecek İslamcılar fırtınada alabora olmuştu. Değişim meselesi artık dudak bükülecek, yanından bile geçilmeyecek bir tercih değil, zorunluluk olmuştu.


‘Kürt açılımı’nın tartışıldığı şu günlerde yine AKP’nin kurulduğu 2001’e gitmek ilginç olabilir. Gazeteci Ruşen Çakır ve Fehmi Çalmuk Recep Tayyip Erdoğan hakkında o yıl yazdıkları biyografik kitapta onun aynı zamanda nasıl ‘dönüştüğünü’ de anlatmaya çalışıyorlardı. Kürt meselesiyle ilgili bölümde okuyuculara; devletle barışmanın gereği artık milliyetçiliğe vurgu yapan, DSP’nin hazırlamak istediği Kürtlere yönelik af tasarısına karşı MHP’yle aynı pozisyonu takınan, İslamcılar arasından kendisine ‘Laz milliyetçilisi’, ‘Karadenizcilik yapıyor’ türünden eleştiriler yöneltilen Erdoğan’ın bir zamanlar Kürtlere yakın olduğunu hatırlatma gereği duymuşlardı. İkna edici olmak için de Erdoğan’ın 1991’de İslamcı yazarlara hazırlattığı Kürt raporunun sayfalarını aralıyorlardı.


1990’ların başında sistemle hesaplaşmak için Kürt sorununa değinmekten, ona el atmaktan çekinmeyen Erdoğan, sistemle barıştığı 2000’lerin başında ümmetçilikten milliyetçiliğe adım atıp bir değişim geçirmişti. Şimdi biliyorsunuz, ‘Kürt açılımı’na öncülük eden bir başbakanımız var.


Durum böyleyken Erdoğan’a karşı yapılan muhalefetin merkezine onun değişip değişmediği tartışmasını yerleştirmenin (çünkü bu tartışmaya muhalefet işlevi yükleniyor) pek anlamı kalmıyor. Örneğin Kürt meselesinde zaman içinde 180 derece dönerek, Kafka’nın kahramanı Gregor Samsa’nın bir sabah hamam böceğine dönüşmesi kadar sürreel bir değişim geçiren Deniz Baykal’ı olağan karşılayıp, Erdoğan’ın önüne sürekli eski ajandasını çıkarmak ancak bir güçsüzlük göstergesine dönüşüyor. En iyisi bu işi papatya falına havale etmek…


Bu arada galiba yeni bir değişim zamanı. Önümüz seçim dönemi. Erdoğan’ın (ve diğer AKP’lilerin) 2000’deki tarihi değişiminin büyük sebebi artık yok. Bakalım bu kez nasıl bir değişim izleyeceğiz?


http://www.aksam.com.tr/2009/08/16/haber/yasam/1940/erdogan_in_papatya_fali.html


Demokrasi savaşları

‘Öz demokratların’, ‘öz hakiki demokratların’, ‘has demokratların’ savaşının yarattığı şizofrenik ortamdan kurtulmak mümkün mü?


02.08.2009/ aksam.com.tr


Bundan on yıl öncesine kadar ‘demokrasi’ lafını ettin mi ya modası geçmiş bir solcu, bir komünist oluyordun ya da Kürtçü. ‘Öz demokratların’, ‘öz hakiki demokratların’, ‘has demokratların’ diğerlerini sahteci ilan ettiği bugünse durum şizofrenik bir hal alabiliyor.


Hükümeti eleştirirken ‘yoksa darbecilerin yanına mı düşüyorum’ şeklinde kendinizden kuşkulanabiliyorsunuz örneğin. 12 Eylül darbesinden beslenmiş, demokrasiyi öcü olarak görmüş bir zamanların İslami kesimi gün gelip devran döndüğünde iktidara kurulunca demokratlık bayrağını kimseye kaptırmayabiliyor. Darbecilerin üstesinden gelebilmiş aynı ‘öz demokrat’ hükümet hızını alamayıp farklı yaşam tarzlarının da, ‘başına buyruk kızların’, rock’çı gençlerin de üstesinden gelmeye çalışabiliyor. Öğrencilerin üniversite harç zammıyla ilgili seslerini çıkarmasına bile tahammül edemeyebiliyor. Türbana özgürlük isteyen ‘öz demokrat’ hükümeti devlet düşmanı ilan eden muhalefet, demokratlığından kuşkulanılmaması için türbanlıları kapabiliyor. On yıl öncesine kadar dinozorlar çağına ait bir kavram muamelesi gören demokrasi, bugün en son moda teknolojili 3G telefonları alarak katkıda bulunulacak bir harikaya dönüşebiliyor.


Demokrasi ne demekti ki?

Demokrasi kavramını lise sıralarındaki güdük felsefe derslerinden ya da başlı başına bir enteresanlığın ürünü olan milli güvenlik derslerinden öğrenen bizim gibi garibanlar açısından işin içinden çıkılamayacak bir durum. Yanlış hatırlamıyorsam bir felsefe dersiydi. Demokrasiyi, ‘halkın kendisini yönetmesi’ gibi klişe bir gevezelikle tanımlayan arkadaşa arka sıradan başka bir ‘bilge’ arkadaş itiraz etmiş, demokrasinin halkın örgütlülüğü anlamına geldiğini, İsveç, İngiltere gibi güçlü demokrasilerde bir kişiye işte bilmem 15 tane falan dernek düştüğünü söylemişti. (Hocanın bu tanımdan sonra Kızılay, Yeşilay gibi derneklerin öneminden bahsettiği kalmış aklımda.)


Galatasaray Üniversitesi hocalarından Ahmet Kuyaş’tan bir keresinde, öğrencilerine demokrasiyi anlattığında şaşırdıklarını söylediğini duymuştum. Pek çok öğrencisinin cumhuriyetle demokrasiyi aynı şey sandığını, örneğin demokrasisiyle ün yapmış İsveç’te ya da İngiltere’de krallık rejimi bulunduğunu öğrendiklerinde kafalarının karıştığını söylemişti.


Aslında kafa karıştırmayacak gibi değil. Demokrasinin beşiği İngiltere’de, Irak Savaşı’ndan önce yapılan anketlerde halkın yüzde 70-80’lik oranı savaşa karşı çıkıyordu ama parlamento yüzde 80-90’lık bir oranla Irak’a asker göndermeyi, savaşı onayladı. Yukarıdaki demokrasi bilgilerinle çık işin içinden çıkabilirsen. Yine epey bir süre demokrasi kavramı Amerika’nın Irak’a attığı bombalarla eş anlamlı olarak kullanıldı. Demokrasinin anlamını yitirdiği ve işlemediği en zayıf noktaların savaşlarla birlikte, bizzat o demokrasinin üzerine kurulduğu seçimler olduğunu söylüyor bazı siyaset bilimcileri. Amerika’da başkan dört yılda bir seçiliyor, senato ve kongre seçimleri iki yılda bir yapılıyor. Vali, eyalet parlamentosu, polis şefi, başsavcı gibilerini de hesaba katarsanız Amerikalılar sürekli seçim halinde. Fakat 50 yıldır bir şey değişmiyor. Halkın değişim isteği, demokrasi umudu hep bir sonraki seçime havale ediliyor.


Bu manasızlık durumu Türkiye’de de var elbette. Partisinin adına demokrasi lafını yakıştırabilen Menderes’in “odunu koysam milletvekili seçilir” zihniyetiyle demokrasiye geçen bir ülkeyiz ne de olsa. Örneğin Süleyman Demirel’in, “demokrasilerde çareler tükenmez” sihirli sözünün insan hakları gelişmiş bir ülkeyi anlattığını zanneden olmamıştır herhalde. Biliriz ki burada bahsedilen demokrasi hak aramakla falan ilgili değil, ‘kurnazlık’ ve ‘iş bilmek’tir.


Bu demokrasi denen büyük insanlık talebinin tek başına bir kavram olarak siyasi anlamı ve gücü yoktur aslında. Bugün bu kadar sık kullanılırken yarattığı şizofrenik durum biraz da bu anlamsızlıktan kaynaklanmaktadır. Bana öyle geliyor ki demokrasi talep ederken yanında başka ne söylediğimiz, onu nasıl bir paketin içine koyduğumuz önemlidir. Demokrasiyi talep ederken aynı zamanda laikliği, örneğin çevresel sorunlara çözümü de aynı paketin içinde istemek şizofrenik siyaset ortamını değiştirecek gerçek bir yoldur.


http://www.aksam.com.tr/2009/08/02/haber/yasam/1797/demokrasi_savaslari.html


Solun imalat hatası: Mustafa Sarıgül

Bugünlerde parti kurma çalışmalarını sürdüren Mustafa Sarıgül’ün ‘artistik’ hareketlerini artık yurt genelinde izleyeceğiz.


25.07. 2009/ aksam.com.tr


Mustafa Sarıgül yakında partileşecek yeni hareketini Anadolu’yu gezerek duyuruyor. İddiası büyük; iktidara ve muhalefete “ya Türkiye’nin sorunlarını çözün ya da 18 ay sonraki seçimlerle biz gelip çözeceğiz” mesajıyla gözdağı verirken, “ya toz duman altında kalacaksınız ya da bizimle birlikte tozu dumana katacaksınız” mesajıyla halka çağrı yapıyor.


Nabza göre şerbet vermede, popülizmde, ilkelerden bağımsız biçimde her devrin politikacısı olmakta maharet geliştirmiş Demirelleri, Uzanları, Erdoğanları, Baykalları ağırlamış siyaset pistinde artık Sarıgül de sıralamaya oynayacak. Bugüne kadar Şişli belediye başkanıyken yaptığı artistik hareketlerle puan toplamaya çalışırken, artık kendisini, daha enteresan artistlikleri Türkiye çapında sergilerken izleyeceğiz. İşin bolca gülme malzemesi sağlayacak komiklik potansiyelini bir kenara bırakırsak, samimi bir siyaset tarzını arayanlar için durum pek de iç açıcı değil.


Sarıgül 2005 yılında CHP’deyken Baykal’a karşı bayrak açtığında siyaset uzmanları bile durumu garipsemişti. ‘Sosyal-demokrat’ kimliğini bir biçimde hâlâ taşıyan bir partinin genel başkanının Deniz Baykal olması bir yana, onun alternatifi olarak ancak ilkelerden uzak, bir fikriyatı bulunmayan, popülist Mustafa Sarıgül’ün çıkarılabilmesi ‘acayip’ bir durumdu.


Aslında Sarıgül’ün başarılı bir temsilcisi olduğu popülist politikaların solda da rağbet görmesini 1980’lerde gerçekleşen iki önemli olayın sonuçları bakımından değerlendirmek gerekir. Birincisi 12 Eylül darbesiyle solun bütün hareket kabiliyetini yitirmesi, toplumla bağının kopması. İkincisiyse 1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla solun ideolojik ve manevi dayanağını kaybetmesi. Her ne kadar devlet kapitalizmiyle yönetiliyorsa da Sovyetler’in varlığı o zamana kadar egemen olan sol fikirere yaşam kaynağı sağlıyordu ve ancak dağıldığında bu egemen fikirlerin tekrar test edilmesi gereği ortaya çıktı. 90’lar boyunca arayışlar sürerken dağınıklığı giderecek güçlü bir çekim merkezi ortaya çıkmadı.


Sarıgül’ün kimi zaman İslamcı politikacılarla yarışırcasına dini terimleri kullanması ya da has milliyetçi olduğunu ispatlamak için kilometrelerce uzunluğunda Türk bayrağı yaptırması, diğer taraftan aklına estikçe sosyal demokratlığını hatırlaması ve bu bayat Demirel taktiklerinin sol kesimde alıcı bulması yukarıda bahsi geçen iklim içinde anlam kazanıyor.


Halk adamı Sarıgül!

Sarıgül, halk adamı olmayı, yoksulları düşünmeyi, onların taleplerini sahiplenmeyi bulduğu her fırsatta sokağa çıkıp onlara el sallamakla, gül dağıtmakla, ‘geyik’ yapmakla bir tutuyor. Bu uğurda kendisini kimi zaman, milli takım maç kazandığında bir anda sokağa fırlamış millete gülücük dağıtırken, el sallarken görebiliyoruz. Ya da kimi zaman televizyonun sabah kuşağındaki kadın programında…


Seda Sayan hepimiz adına soruyor; "Aloooo, kiminle görüşürüyorum?"

- Ben Mustafa.

- Naber lan Mustafa, nereden arıyorsun bizi?

- Şişli’den.

- Ne iş yapıyon lan Mustafa?

- Belediye başkanyım.

Sarıgül belediye başkanlığı sırasında gösterdiği performansla şovmenlere, reklamcılara taş çıkarabildiğini ispatladı. Deprem yardımı götüren kamyonların İstanbul turu yapmadan deprem bölgesine gitmemesi; sokakların basın açıklamasıyla trafiğe kapatılıp yine basın açıklamasıyla trafiğe açılması; Şişli belediyesinin afişlerinin örneğin Kadıköy’deki billboard’lara asılması; kameranın olduğu her yerde bulunma becerisi onun bu yanını gösteren durumlardan bir kaçı.


Sarıgül için, Cem Uzan’ın, Tayyip Erdoğan’ın, Süleyman Demirel’in bir yansıması olduğu söylenebilir aslında. Fakat özellikle Bülent Ecevit’le arasında benzerlik kurmaya çabalaması anlamlı bir durum. Ne de olsa kendini bir geleneğe yaslamak, kendini ihtişamlı bir tarihin parçası olarak göstermek her zaman iyi satar. En son, Anadolu gezisinde Ecevit’in memleketi Kastamonu’da yaptığı konuşmada kendisini Ecevit’in 1974’te iktidara geldiği zamanına benzetmiş ve aynı zamanda milliyetçiliğini, Müslümanlığını, demokratlığını hararetle ilan etmekten geri durmamıştı.


Burada Sarıgül’ün gözden kaçırdığı bir durum var. Ecevit’in fırtına gibi estiği 1970’lerdeki başarısı da, kendisinin de aralarında siyasete başladığı sosyal demokratların 1980’lerin sonlarındaki atılımı da çalışanların ve düşük gelirlilerin taleplerin sahiplenmesi, onlar adına konuşmasıyla mümkün olabilmişti; yoksa milliyetçilere Türk bayrağı yedirip, İslami kesime Allah’ı pazarlayıp, solcular için sosyal demokrasiyi ısıtmasıyla değil… Hatta Refah Partisi’nin 1990’lardaki başarısı dindar olmasından değil, yoksullar için adil düzen talebinden kaynaklanmıştı.


Fakat Sarıgül’ün bugüne kadar gösterdiği performans popülizmden uzaklaşacağının işaretlerini; sahip olduğu enetelektüel birikimi ve donanımıysa bunun iznini vermiyor.


Kendisi öneğin Can Dündar’ın Mustafa filmi hakkındaki entelektüel tartışmalara “kimse Cumhuriyetin Atatürk’üne Mustafa diyemez” veciz sözüyle katkıda bulunmuş; Galatasaray’ın Seyrantepe’deki stadının kendi belediye sınırları içinde bulunduğunu belirten muhabiri “her şey Sarıgül’ün sınırları içindedir, Sarıgül’ün sınırları sınırlandırılamaz” türünde sözleriyle alt etmiş ya da başka bir muhabirin “dünyanın en büyük bayrağı ne kadara mal olmuştur” şeklindeki sorusunu, “her şeyin değeri vardır, Türk bayrağının değeri ölçülemez” şeklinde cevaplayabilmiştir. Gazeteci Musa Ağacık soruyor: “ Peki sizin rüzgarınıza ayak uyduracak kadronuz var mı?” Cevapsa şöyle: “Ne diyorlar? ‘İşte Mustafa Sarıgül entelektüel değildir.’ Ben de size diyorum ki yerin dibine girmeyesiniz. Zıkkımın kökünü yemeyesiniz! Siz bilir misiniz çökeleği, sac ekmeğini…”


http://www.aksam.com.tr/2009/07/25/haber/yasam/1741/solun_imalat_hatasi__mustafa_sarigul__.html


Cübbeli Ahmet Hoca projesi

Cübbeli Ahmet Hoca bir aydır yine o ‘komiklikleri’, her fırsatta ağzından dökülen acayip incileriyle karşımızda. Kendisi Cem Yılmaz’ın en büyük rakibi mi? Sistemin kenara ittiği bir marjinal mi?


11.07. 2009/ aksam.com.tr


Türk malı politikacıların, bürokratların, dini önderlerin memlekette başka yerde rastlanamayacak zenginlikte bir mizah potansiyeli yarattığı hep söylenir. Hiciv geleneğimize yaslanıp bu kişilerle şöyle keskince bir dalgasını geçmek isteyenin başınaysa her zaman gelmeyecek şeylerin son yıllarda geldiğini yine sıklıkla duyarız; haklarında bir espri yaptığınızda, bir karikatürlerini çizdiğinizde, hatırı sayılır miktarda tazminata mahkum olmadıysanız ya da çalıştığınız yerden uzaklaştırılmadıysanız şanslı sayılabilirsiniz.


Durum böyleyken sahnede mizahçılardan rol çalmaları zor olmuyor. Cem Yılmaz’ın en büyük rakibi olarak Cübbeli Ahmet Hoca’yı görebiliyor, korktuğumuz isimlerden çoğu kez sakındığımız hiciv oklarını çekinmeden ona atabiliyoruz. Son bir aydır yaşandığı gibi.


Bugüne kadar Malta’da tatil yaparken kullandığı jet ski’yle ve internetten sayısız kez tıklanan videolarıyla gündeme gelmişti Cübbeli Ahmet Hoca. Bizzat cemaatten şikâyetler aldığını belirttiği “sapıklıklardan” ters ilişki konusundaki vaazı ya da hem namazda hem tuvaletteyken önemi orta çıkan kuş sesli cep telefonunun faydaları hakkındaki vaazı bu videoların en ünlülerinden.


Son bir aydır ise gazetelerde maceralarını yine espri kategorisinde okuduk. Ofisine astığı Atatürk resmi nedeniyle cemaatin bir kesimi tarafından nasıl haşlandığını; kendisiyle acayiplik konusunda boy ölçüşebilecek ender isimlerden Adnan Oktar’la girdiği “ben mehdiyim- hayır değilsin” polemiğini (evet, bu arada Adnan Hoca kendisini Mehdi ilan etmiş anlaşıldığı kadarıyla); umre seyahatleri düzenleyen bir firmanın epey kâr getiren reklam yüzü olduğunu; cemaatinin lideriyle umreye giderken havalimanında 5 bin müridi tarafından nasıl uğurlanıp yine benzer biçimde nasıl karşılandığını ve oyuncak bebekleri insanı tahrik ettiği için günah ilan ettiğini…


Cem Yılmaz’a rakip olarak görülmesinin dışında Cübbeli, camilerden büyük paralar toplayan, keyfine ve kadınlara düşkün ‘din tüccarı’, marjinal bir kişilik pek çok kişi için. Bazılarına göre ne yaptıklarıyla ne de söyledikleriyle Türkiye’deki dindar kesimi temsil etmiyor. Sistemin dışına itilmiş biri olarak onun fikirlerini bütün dindarlara mal edecek biçimde genelleştirmemeli, bu fikirler üzerinden sonuç çıkarmamalıyız.


Bu hayat hikâyesini kim yutar?

Çeşitli vesilelerle kendisini anlattığı konuşmalarına, internet sitesindeki biyografisine baktığımızdaysa bambaşka bir manzara; maneviyatın semalarından bize nanik yapan, tanımlamakta zorlandığımız bir cismin portresini çizdiğini görüyoruz. Kolay yutulamayacak bir hikâyeyi şu tür efsanelerle kurmakta mazur görmemiş kendisi...


1970’lerin sonlarında çocukluğunu yaşayan küçük Ahmet bir gün Fatih’teki İsmailağa Camisi’nin yanında arkadaşlarıyla oyun oynarken ağlayarak eve gelir. Anne “oğlum niçin ağlıyorsun” diye sorduğunda bizimki “bana sünnetsiz diyorlar, ben sünnet olacağım” cevabını verir. Annesi bir gün eve gelirken sürpriz onu bekliyordur; Ahmet ailesinden habersiz sünnetçiyi evine çağırıp kendi sünnetini yaptırmıştır.


Baba Yusuf Ünlü bir gün küçük Ahmet’in bazı günler okuldan kaçtığını fark eder. İlim öğrenmek için kaçıp gittiği yer İsmailağa Camisi’dir. Baba okula gidip hoca hanıma Ahmet’in devamsızlığını sorar. Hoca hanımsa babayı sınıfa götürüp bizimkinin arkadaşlarıyla tanıştırır. Ve sürpriz; bütün çocuklar hep bir ağızdan yüksek sesle “hocamızın babası gelmiş” diye bağırır ve aralarından biri ileri fırlayıp babanın pardösüsünden tutarak “Mahmut bizim hocamız, o bana Allah’ı ve peygamberi tanıttı” der.

Maceraları bu kıvamda akıp giden Cübbeli Mahmut Hoca’nın her hikâyesinde, kendisinin bulunmaz bir liderlik kumaşından yapıldığı hissettiriliyor. Fakat Atatürk resmi konusunda haşlanmasının gösterdiği gibi cemaat bu kumaştan yeterince etkilenmemiş. Liderlik yarışında yalnız bırakmak istemiyorlar. Onu haşlayanlar örneğin cemaatte müziğin yasak olduğunu, bizim epey marjinal bulduğumuz Cübbeli’nin ise radyosunda müzik yayını yaptığını söyleyip eleştiriyorlar.


Cübbeli Ahmet Hoca’nın hicve fazlasıyla müsait olması ve Türkiye’nin dindar kesiminden ayrı görülmeye çalışılması onun Cem Yılmaz’dan daha komik oluşundan ve sistemin dışına itilmişliğinden değil; henüz yeterince etkili bir güce sahip olamayışından kaynaklanıyor. Yoksa örneğin bir Fethullah Gülen’in de, komiklikte Cübbeli’den geri kalmayacak maceraları, acayip bulacağımız fikirleri muhakkak ki vardır.


Babası Yusuf Ünlü’nün iş ilişkileri, Cübbeli Ahmet Hoca’nın sistemin dışında değil, bizzat sistem tarafından üretildiğini göstermeye yetiyor. Ünlü, İslami akımların hızla yükseldiği 1980’lerde Yahya Murat Demirel ve Türkiye’nin ilk banka hortumcusu Kemal Horzum’la ortaklık kurar. Sahibi olduğu tel fabrikası kısa sürede Türkiye’nin en büyük tel ve çivi üreticisine dönüşür. Evlendiğinde nikâhını İsmailağa cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’na kıydırırken, çocuğu olunca adını da ‘efendisinden’ alıp Ahmet Mahmut koyar. Ahmet, dünya işlerinden elini ayağını tamamen çekip kendisini imanın ve ilmin yoluna adamasını, kendisiyle sürekli ilgilenen babasının iş ilişkilerine borçluydu. Cemaatin liderliğine oynaması da elbette ki bu sayede mümkün olabilir.


Siz yutar mısınız bilemem ama kendisi bu liderlik projesini cemaatine yutturduğu gün, kendine özgü acayip fikirleriyle Türkiye’deki dini kesimin ortalaması arasında gördüğümüz büyük fark bir anda küçülecek; bir anda Cem Yılmaz’ın bu rakibinin pek de komik olmadığını fark edeceğiz.


http://www.aksam.com.tr/2009/07/13/haber/yasam/1605/cubbeli_ahmet_hoca_projesi____.html


Cehennemden büyülenen İslamcılar

Üç ay önce kurulan İHL Sözlük, etkisi sınırlı kalsa da rutin tartışma gündemimize orijinal bir renk getirdi. Sahip olduğu potansiyelle İslami kesimin Ekşi Sözlüğü olup olamayacağıysa meçhul.


04.07. 2009/ aksam.com.tr


Uzunca bir süredir Türkiye’nin gündeminden düşmeyen konu (Erbakan’ın başbakan olduğu 1997’den beri mi desek) din ve ‘dinci- laik’ gerilimi… Doğrudan gündeme gelmediği zaman bile gündemdeki herhangi bir meselenin bu konuyla bağını kurmayı kolayca becerilebiliyoruz. Her defasında herkes dini, İslam’ı yeniden öğreniyor, birbirine öğretiyor. Alıcısı ve satıcısı bol, ‘değerli’ bir konu. Artık tartışmalar kendini tekrar etmeye, sıradanlaşmaya başlasa da kimi zaman ilginç vakalar yaşanmıyor değil.


İHL Sözlük (yani bildiğimiz İmam Hatip Liseleri) üç ay önce kurulduğunda bu rutin oyalanmaların ortasında herkese orijinal bir ‘eğlence’ düşer gibi görünüyordu. Herkes bundan nasiplenmese de hakkında epeyce yazıldı çizildi ve konuşuldu.


Sözlüğün kurucularından Meçhul X ve Seyyar Gazali 6 Nisan’da ilk tanımları girdiğinde mümin ve müminelerin (sözlükte erkek ve kadınlar bu kelimelerle tanımlanıyor) dikkatini çekmeleri zor olmamış. Hemen ertesi gün sözlükte 50-60 kişiyi görmüşler. Sonraki gün olayın kokusu ateistlere de ulaşınca site kendisine Ateistler Birliği diyen bir grup tarafından hack’lenmiş. Birinci ayını doldurduğundaysa yazar sayısı 2 bini bulmuş. Şu anda serbest yazar alımları durdurulmuş, içeriden bir azarın referansıyla ancak girilebiliyor. Fakat yakında tekrar serbest alımlara açmayı düşünüyorlar sözlüğü. Yazarları arasında Ahmet Hakan ve Haşmet Babaoğlu gibi tanınmış isimler var. Hiçbiri İHL’li olmayan kurucuların bir özelliği de vaktiyle Ekşi Sözlük tecrübesi yaşamış olmaları.


“Ekişi Sözlük’te çıraklık yapmışlar şimdi kendi dükkânlarını açıyorlar” şeklinde düşünüyor insan. Mizah dergilerinden siyasi hayatımızdaki sayısız partilere kadar her şeyimiz bu tür bir mekanizmayla işliyor ne de olsa. Anlaşmazlıklar, farklılıklar gibi çoğu kez yan konumdaki faktörler etrafında tantana koparken, kendini ispatlama çabası gibi gerçek bir nedenden bahsedilmiyor bile.


Curcunada yatan potansiyel

Kuruculardan Meçhul X, sözlüğün kuruluş nedenini merak eden bir gazeteciyi şöyle cevaplamış; “Bir gün ekşi sözlüğü okurken, eşim de bakmak istedi. Bakmazsan olmaz mı çok küfür var, dedim. O zaman ‘peki senin orada ne işin var’, diye sordu. Haklıydı. Sözlükte bu sıkıntıyı yaşayan başka arkadaşlar da vardı. Kendimizi ifade edebileceğimiz bir mecramız olsun istedik.” En önemli hassasiyetlerinin kutsal değerlere saygısızlık edilmemesi olduğunu vurgulayan Meçhul X başka bir yerde şöyle demiş; “Diyoruz ki hep beraber düşünelim, Allah’ı sorgulayan da olsun ama bunu güzel bir üslupla, fikir alışverişiyle yapalım.” Yine sözlüğün kurucularından Kyuubi No Kitsune; “Küfürden uzak durmaya çalışan bir gencim. Tabii ben de küfür ediyorum ama sokakta ne kadar kullanılıyorsa o kadar. Bazı sözlüklerde bunun sınırı çok aşılmıştı. (…) Hadisler uydurmadır ya da Kuran-ı Kerim’i Hz. Muhammed kendi yazmıştır diyenlerin yazılarını yayınlıyoruz ama kalkıp da Hz. Muhammed’e küfrediyorsa, bunu yayınlamıyoruz.”


“Ekşi Sözlük’ün İbrahim Tatlıseks nickli meşhur yazarı, aynı adla sizde yazabilir mi” sorusuna Mechul X ve İmhotep “yazabilir” derken, Seyyar Gazali ve Kız İHL Önünde Bekleyen Çocuk “yazamaz” cevabını vermiş.


Seyyar Gazali kendisini “Risale-i Nur okuyarak başladım, şimdi Erbakancı diyorlar. Aslen tutunamayanlardanım” sözleriyle tanımlarken sözlükte Saadet Partisi Başkanı Numan Kurtulmuş’un, gazeteci Umur Talu’nun, Ekşi Sözlüğün kurucusu SSG’nin yazmasını istediğini söylüyor. Kurucuların sözlükte görmek istediği diğer isimlerden bazıları şöyle; Yılmaz Erdoğan, Bejan Matur, Nihat Genç, Pelin Batu, Sevim Gözay, Fethullah Gülen, Ahmet Altan.


Takdir edersiniz ki bu gayet curcunalı ortam pek çok tartışmaya yataklık yapmaya müsait. Sözlüğün yalnızca biçim olarak değil, kullandığı dil bakımından da Ekşi Sözlüğün bir klonu olduğunu söylemek gerek. 1999’da çıktığında patlayan yeni yaratıcı dili, iflah olmaz mizah ve eleştiri gücüyle Ekşi Sözlük kısa sürede geniş kitleleri etkisi altına almıştı. Sahip olduğu curcunada bu tür bir potansiyelin varlığını hissettiren İHL Sözlüğün İslami kesimde aynı etkiyi yapıp yapmayacağıysa meçhul.


Kurucuların söylediklerinin hissettirdiği ilgi uyandırıcı, curcunalı ortam, sözlüğün heyecanla karşılandığı İslami kesimde yeterince fark edilememiş belki de. Yazdıklarından ve hakkında yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla, sözlükçüler üzerinde etkisi olan bir gazeteci 2007’de “Türk toplumunun ortak değerlerini yansıtan” Ekşi Sözlük’ün İslami kesim tarafından boş bırakılmaması gerektiğini yazmış ve çağrısı karşılık bulmuş. İHL Sözlük’ü büyük heyecanla karşılayan yazar bu kez ise, daha önce Türk toplumunun ortak değerlerini yansıttığını söylediği Ekşi Sözlüğü “şer kalesi” olarak tanımlayıp yıkılışının müjdesini vermiş. Sözlükçülere tavsiyesi “ulvi amaçları doğrultusunda” bu mecrayı akılcı kullanmaları, ağırbaşlı olmaları, mizahı “dozunda” tutmaları olmuş ve yazısının sonunda gazâlarını tebrik etmiş. Sınırlayan, kalıba sokan, tekdüze, sözlüğün bizzat çıkışını borçlu olduğu o aykırı, yaratıcı ruhtan eser taşımayan, yoksun bir dil... Sözlüğün böyle bir dille kendisini gerçekleştirmesi, ispatlaması mümkün değil.


Yazar “şer kalesi”nin yıkılışının müjdesini veredursun, öte yandan, kendisini ispatlamaya çalışan bu taraftaki kaledekilerin ‘cehennemlik’ bir yola girmiş olma ihtimali de var. Gündüz Vassaf eğlenceli kitabı Cehenneme Övgü’de anlatıyor; İspanya’daki Prado müzesini gezen kalabalık her gün Bosch’un eserini izlerken cennetin sıkıcı tekdüzeliğine şöyle bir göz atıp hemen cehennemin önüne geçer ve onu seyretmek için itişip kakışırmış. Başka bir gün Toledo’daki bir katedrale gittiğinde, oturaklardaki cennet ve cehennem tasvirleri arasındaki acayip fark dikkatini çekmiş. Cennet tasvirleri dünyanın her yanındaki kiliselerde görünen sıradan resimlerken, cehennem tasvirlerine ressam bütün hayal gücünü özgürce yansıtmış. Hem izleyicileri hem de sanatçıyı en çok cezbeden, büyüleyen şey cennet değil cehennemdir diyor Vassaf.

http://www.aksam.com.tr/2009/07/04/haber/yasam/1512/cehennemden_buyulenen_islamcilar__.html